Bu resimler, kuskusuz, içsel bir keşif sürecinin dışavurumu olarak ressamın öznel dünyasının kapılarını aralıyorlar. Keşif deyince; gerçek bir keşfe giden yolculuk, uzak diyarları ziyaret etmek değil, evrene bir başkasının, yüzlerce başka insanin gözleriyle bakabilmek her birinin gördüğü, her birinin olduğu yüzlerce evreni görebilmek olurdu. Bu otoportrenin kendi yüzüne açtığı pencere, açık etmese de böyle bir düş üzerine temellendiği için insanın aklını çeliyor. Onlara bakarken, aynanın ardında ikinci bir evren arayan ressamın salt dokuyla “görünür kıldığı” öteki evreni seçmek ve yansıyanın, o evreni düşünen “benden başkası olmadığını görmek!” ötekinin öznelliğine girebilmeyi, olanaksız olduğunu bile bile, düşlemek olduğu hissini uyandırıyor.
Kıyısında gezindiğimiz bu “ikinci evren”in insanı kuşatan cazibesi, gerçek ve metafonik aynalarla çevrili yaşamlarımızda aynanın unuttuğumuz işlevini sorgulayan ressamın tavrından kaynaklanıyor. “Kendi”ni arayışını resimlerinin ana izleri haline getiriyor. O arayışın soyut düzleminde belli belirsiz seçebildiğimiz bir söz, bir yüz ifadesi yada bir duruş, sonuçta yine ancak bir aynanın sunabileceği “somut”, ama belirsiz gerçekliğine işaret ediyor.